Nükleer Teknoloji ve Çevre Sağlığı

Nükleer; dünyanın gündemini işgal eden en önemli tartışma konuları arasındaki yerini koruyor. Bir tarafta gittikçe hızlanan teknoloji yarışı ve artan enerji ihtiyacını karşılama gayretleri, diğer tarafta bütün dünyayı korkutan nükleer savaş tehlikesi ve uluslararası mevcut dengeyi korumaya çalışan ülkelerin formül arama çabaları…

Nükleer silahların azaltılması konusundaki uluslararası gayretlerin devamını diliyoruz. Ancak bu silahların halen kimin elinde ne miktarda bulunduğu mertçe açıklanmalı, hangi durumlarda kimler tarafından kullanıldığı veya kullanılma riskinin bulunduğu da sağlıklı biçimde tahlil edilmelidir.

Bu açıdan baktığımızda nükleer silahlanma tarihinin 1945’te ABD tarafından başlatıldığını görüyoruz. Meksika çölünde ilk atom bombası denemesini yapan ABD’nin, aynı yıl içinde Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki kentlerine attığı atom bombalarıyla, bu denemelerinin binlerce insanın öldüğü, milyonlarcasının sakat kaldığı küresel bir faciaya dönüştürmüş olduğu biliniyor.

Nükleer silahlanma tarihi içinde ABD’den sonra bu tür denemelerin SSCB ve İngiltere tarafından karşılıklı olarak yıllarca devam ettirildiğini, bu yarışa 1960’lardan sonra Fransa ve Çin’in de katıldığını görüyoruz. İsrail’in elinde ise halen 200 nükleer başlığın bulunduğu iddia ediliyor.

Yakın tarihimizde Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da masum insanlara karşı kullanılan misket bombası ve diğer kimyasal silahlar da tehlikenin nereden ve ne şekilde geleceği,  kimlere güvenilip, kimlere güvenilmeyeceği konusunda ipuçları verecek nitelikte gözüküyor.

Suçu önleme konusunda izlenmesi gereken  potansiyel suçluların başında daha önce bu suçu işlemiş sabıkalılar gelebileceği varsayımından hareket edersek, nükleer silahlar konusunda en büyük tehditin “Nükleer Sabıka” kaydına sahip olanlarla bölgesel ve global alanda sürekli saldırı, taciz ve tehdit politikası izleyen devletlerden geleceği tezi doğruluk kazanır.

 

Bu durumda, mevcut insanlık ailesinin ve gelecek nesillerin yaşam haklarını tehdit eden nükleer silahlara veya çok daha masum amaçlara hizmet eden nükleer santrallere hayır derken, bu tehdit karşısında caydırıcı güç oluşturma çabalarına da göz yummaktan başka çaremiz gözükmüyor. 13 Nisan 2010’da ABD’nin başkenti Washington’da düzenlenen “Nükleer Güvenlik Zirvesi”nde konuşan Başbakan Erdoğan’ın “Her ülkenin nükleer enerjiden barışcıl amaçlarla yararlanma hakkı teslim ve teyit edilmeli” şeklindeki açıklaması bu açıdan bakıldığında haklı gibi gözüküyor.

Nükleer silahların getirebileceği tehlike ve zararlar tartışmasız şekilde ortada iken ilki 1957 yılında ABD’nin Pennsylvania eyaletinde üretime geçen ve yapım aşamasındakilerle birlikte sayıları 500’ü geçen nükleer santrallerde bu güne kadar çevreye zarar verecek nitelikte toplam dört kaza meydana geldiği görülüyor.

1957 yılında İskoçya’da ve 1979 yılında ABD’de meydana gelen ilk kazalarda reaktörü çevreleyen koruyucu beton kabuk sayesinde çevreye yayılan ciddi bir radyasyon sızıntısı, ölüm ya da akut radyasyon hastalığına rastlanmadı.

Diğer iki kazanın aksine ölüm ve ciddi çevre kirlenmesine sebep olan üçüncü kaza 1986 yılında Ukrayna’da eski bir silah fabrikasından dönüştürülen ve beton koruyucusu bulunmayan santralde meydana geldi. Çernobil faciası olarak da anılan bu kaza nükleer karşıtlarının elindeki önemli bir dayanak.

Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin makalelerinden aldığımız bilgilere göre Çernobil kazasında 28 kişi, sonraki 20 yıl içinde 59 kişi yaşamını yitirdi. Çernobil kaynaklı kanserden ölüm oranı ise faciadan dolaylı olarak etkilendiği varsayılan 600 bin kişiden 9 kişi. 1994-2001 arasında radyasyon kazalarından ölüm oranları dünyada 133 kişi iken Türkiye’de sıfır.

11 Mart günü 2011 günü Japonya’da meydana gelen Fukuşima Nükleer kazası, nükleer karşıtlarının elini güçlendiren ikinci büyük kaza. Nükleer kaza ve radyasyon sızıntısı nedeniyle kayıtlara geçen ölüm vakası olmadığı halde oluşturulan radyasyon paniğinin Japonya’ya belki de 9.0 büyüklüğündeki deprem ve ardından gelen tsunami felaketinden çok daha fazla korku ve psikolojik zarar verdiği söylenebilir.

Nükleer enerji karşıtlığındaki esas dayanak noktası sağlıklı yaşam tehlikesi ise, endüstriyel faaliyetler ve taşıt trafiği dolayısıyla havaya salınan sera gazlarının ve ağır metallerin insan sağlığında meydana getirdiği tehlike, Türkiye’de sigaradan yılda 100 bin, trafik kazalarından 5-6 bin kişinin ölmesi, evlerimizde, işyerlerimizde, hastanelerimizde kullanımı son derece yaygınlaşan elektrikli ve elektronik aletlerin ve tıbbi cihazlardan gelen radyasyon tehlikesi bu anlamda iyi tahlil edilmeli.

Prof.Dr. Ferruh Ertürk’ün makale ve konferanslarında beyan ettiği gibi modern yaşam tarzını bırakıp ortaçağ şartlarında yaşama imkanımız ya da arzumuz yoksa, “en çevreci enerji olarak ifade ettiği “nükleer enerji” konusunda duygusal eylemlere değil, ilmi gerçeklere yönelmenin gereği ortadadır. Ebedi aleme göçen her iki ilim adamını da bu vesileyle rahmetle anarken, nükleer enerji konusundaki artı ve eksilerin diğer enerji üretim şekilleriyle de kıyaslanarak olanca açıklığı ile ortaya konması en büyük dileğimiz.

Bütün teknolojilerde olduğu gibi nükleer teknoloji konusunda da çevre ve beden sağlığı açısından sağlıklı bir tahlil yapabilmek için, kullanılan teknoloji kadar bunu kullanacak “insan” faktörünü de tartışma konusu yapmalıyız. Modern yaşam tarzımızdan, kişisel tercih ve alışkanlıklarımızdan kaynaklanan tehlikeleri; ruhen hasta, bilgisiz ve eğitimsiz insanın elinde bulunan en masum araç gereçlerin bile saçabileceği tehlikeleri tartışmalıyız.

Tartışmasız kabul edebileceğimiz tek şey; ruhsal ve zihinsel sağlığı yerinde olan, vicdani muhasebe ve teknik eğitim yeterliliği bulunan insanların elindeki her aletin faydaya dönüşebildiği.

 

28 Şubat 2012

Süleyman Yorulmaz

ÇEKÜD